Çarşamba, Haziran 20, 2007

Bebelere balon, Margot’a Alaska Frigo

Dün bütün gün güneşte kavruldu buralar, dışarı çıkar çıkmaz kaçalım diye fellik fellik koşturduk içeriye, serine. Ofislerde izin günleri konuşulmaya başlandı. Yıllık izin lafını nedense hep çok acıklı buluyorum, bu kendime acıma ve ofise hınç duyma hallerim de yıllar içinde yara almadan bugünlere geldi, ona da şaşıyorum. Tatlı umut kelebeği kostümümle her sabah kalkıyorum ve ofise konuyorum. Arada iki satır vakit bulursam çiziktirecek, çok mutlu oluyorum, bana bir süre kimse bir şey demediğinde ve ben kendi bölmemde (!) sessiz ve uysalca klavye tıkırdattığımda hıncım biraz hafifliyor. Ofisin içinde, ofise ilişmeden tehlikeli bir akrobasi yapıyorum. Gözü kara çalışan rolündeyim.

Akşam olunca, saat tık tıklarından akrep ve yelkovan tam altı rakamının üzerinde kavuşup birbirlerine sarılınca, koşup kaçıyorum bu katlardan, bölmelerden, odalardan. Arkama bile bakmadan hızlı hızlı iniyorum merdivenleri, kendimce bir hayata kavuşma, dolanma hasretiyle gözümü karartıp cebimdeki parayı hesap etmeden taksiler çeviriyorum. Ofis hayatının ödülü vızır vızır taksiler, sarı siyah arı taksiler, plastik kara gözlüklü şoförler. Kurtuluşumun arabacıları sahilden gidelim size zahmet, deniz manzaralı bir kaçış olsun bugün yine.

Beyoğlu yine kaynayan kazan, akşama doğru fokurdayan, her yandan gelen, akan, coşmada sakınca görmeyen insanların kazanı. At kazana kendini sen de, at kurtul bu hayattan! Sokak aralarında göbek atmak serbest, hatta cadde boyunca daha çılgın ve doludizgin oynayabilirsin, gelen geçene inat. Bütün gün seni çerçevelediler, sıktılar, dekontunu faksını eksik etmediler, kır zincirini sen de Beyoğlu’nda. ‘Ah dün gece ne çılgın eğlendik!’ dersin yarın sabah işine dönünce. Böyle insancıklara hep anlayışlı ve şefkatli anne gülüşümle bakıyorum, caddede yürürken birden bağırarak şarkı söyleyenlere, karşılıklı göbek atanlara… Biliyorum ki kendileri olacaklar diye belki biraz yapmacık bir özgürlük gösterisine ihtiyaçları var. Azıcık gıda boyası katkılı bir özgürlük kazanı bu İstiklal…

Her şeyiyle kaçanlardan ibaret bir İstiklal… İşlerinden, ailesinden, kendinden, hayattan kaçanlarla dolu belki de. Belki de bu ince uzun caddede kaynayan, bir ucundan bir ucuna doğru yürüyen, bağıran, coşan, sızan kalabalık bir şeyler kusuyor bu caddeye. Herkes kendinde olmayanı ararken, kendinden bir parçayı sıyırıp atıveriyor bir köşesine. Daha da büyük laflarla söylenirse, işte bizim memleket kendinde olmayan bir Evropa, bir festival, batılı bir estetik, bir özgürlük, bir kendince olma, gözünü karartıp kendini arama hali arıyor bu caddede. Bu arayış kaynatıyor kazanı, hafta içi de en az hafta sonu kadar hızla, dolulukla kaynıyor Beyoğlu. Adım başı değişen müziğiyle, bir adım mesafeyle sızan bir adamla oynayan bir kadının karıştığı, baş döndüren bir ucube.

Kendimce nefes almaya gitsem de, ben de, çoğu zaman insanlara dalıp giderken buluyorum kendimi orada. Gelip geçen insan selinden tek tek ayıklayıp seçtiğim tiplerin saçını, yüzünü, yüzündeki ifadeyi inceliyorum. Buraların insanlarını bir süre sonra tanımaya ve ayırt etmeye başlıyorum gelip geçerken. Sinemalardaki gişe elemanlarını, her zaman gittiğimiz kahvedeki garsonları, kitapçıdakileri ve ocak başındaki göbekli amcaları… Hepsinin yüzlerini isimsiz de olsa biliyorum. Garip bir kepçe döndükçe karşılaşma halimiz var onlarla. Bazı karşılaşmalar tanıdıklık hissinin de verdiği bir konfor olsa da, bazılarında içimiz burkuluyor. Ne yapacağımızı şaşırıyoruz, içimizden ağlamak geliyor. Mesela ara sokaklarda yaşayan o yaşlı, beyaz saçlı teyzenin hali gözümün önüne her geldiğinde. Onun gecenin geç saatinde pijamaya benzer pamuklu kıyafetini giymiş, sokaktaki yatağında uyumaya hazırlandığı hali. O hale baktığında o sokaktan geçen insanların nasıl ciğerine yapışıp kalmıyor o görüntü, nasıl o yapıştığı yeri dağlamıyor anlamıyorum.

Sabahtan çok akşam yaşayan bir cadde bu Beyoğlu, bazı duraklarında ısırgan otları bitmiş bir uzak kasaba. Bu kadar göz önünde ama bir o kadar uzak, hayaletlerin dolaştığı, festivallerle, balonlarla, sokaklarına atılmış içki masalarıyla süslü bir kambur. Bazen iç bulandıran, insanda tünele doğru kaçmak, koşmak ve saklanmak hissini çağıran bir yol. Neresine saklanırsan, kendi saklandığın yer kadar kendini unuttuğun.

4 yorum:

redrabbit dedi ki...

okurken kendi istiklali'imi düşündüm ben de..Bugüne kadar ona en fazla 1 vesait uzaklıkta oturduğum için Beyoğlu benim için hep geçilen ,ara bir yer oldu.Amacımın Beyoğlu olduğu azdır-sinema,terkos pasajı ve canım ciğerimi saymazsam-Ama dediğin gibi bazen oturup amaçsızca izlediğim,daha doğrusu meditatif bir şekilde dalıp gittiğim de olmuştur..Beyoğlu herşeye rağmen güzeldir ya..Bira,et ve nem kokar ama kalabalığa karışıp kimliksizleşmek kısa bir süre iyi gelir insana..

Bir Derin Masalı dedi ki...

YİNE ÇOK GÜZEL YAZMIŞSIN. İLERİDE İYİ BİR YAZAR OLACAĞINA ÖYLE ÇOK İNANIYORUM Kİ... ASLINDA SANA YORUM YAZMAYACAKTIM ÇÜNKÜ ÇOK KIZGINIM. NEDENİ DE SANA BIRAKILAN YORUMLARA CEVAP YAZMAMAN...DARILDIM YANİ SANA ÇOK.ZİYARETE DE GELMİYORSUN KÜSÜYORUM... ÖPTÜM SENİ....

plankton dedi ki...

amaçsızlığın en guzel siginagi beyglu margotto. gecesini hic sevmem gunduzunden vazgeçemem.

Adsız dedi ki...

Akışlara yeni abone oldum. İlk önce dut ağacı çıktı karşıma. Çocukluğumun ağaç sallamalarını, çarşaf germelerini, komşularımıza dut taşımalarımızı anımsattı. Hem de ne hoş.
Sonra geldim buraya: iş yaşamı, dekontlar, "teleksler" ve Beyoğlu, boydan boya İstiklal caddesi, tünel.
Eğer kendimi tutabilirsem henüz sayısını bilmediğim ve son derece akıcı bir dil kullanarak yazdığınız yazılarınızı bir çırpıda okuyup tüketmek yerine her gün bir ya da iki tane okuyarak içimi aydınlatmaya karar verdim. Sevgiler.