Perşembe, Şubat 19, 2009

evine dön

Günler birbirine eklenerek büyüyen ve karşı konulmaz derecede hızla ilerleyen bir çığ topu gibi yuvarlanıveriyor birbirinin ardına. Nasıl geçiyorlar? Geçtikten sonra nereye gidiyorlar? Ne kadarını zihnimde bırakıp gidiyorlar? Sorular, sorular… Zaman çok yaman bir adam, bir dakika durup dinlenmesi yok, tik tak. Hep tik tak. Eski zaman saatleri gibi başucumuzda hep. Hani o içinde bir tavuk ve birkaç civcivin olduğu ve kafalarını tık tık sallayıp yem yedikleri saatler gibi. En çok o saatleri severdim ben. Sanki en çok Beyazıt’ta ya da ne bileyim eski püskü şeyleri yere sermiş ihtiyar bir adamın sattıkları arasında bulma hayalini severdim. Ya da Fatih’te çıkmaz gibi duran bir sokağın başındaki tozlu tuhafiyecinin vitrininde sanki el işi yakaların hemen önünde gözüme takılacakmış hayalini. Benim geçtikten sonra elimde kalan dakikalardan bir tik takın da bu saatin içinden çıkmasını severdim.

Karagümrük’e çıkan yokuşta sağdaki bir kuruyemişçinin kaldırımın tam ortasında leblebi kavurması, uzaktan uçan baloncunun geçmesi, birden ezan okunması ve günün yavaş yavaş kararması gibi ‘eve dönme vakti hisleri’ içinde dolanıyorum bu aralar etrafta. Bu aralar hep bir evime dönme hasreti ile kavruluyorum. Elim bir türlü kaleme gitmiyor. Ama içimde birikenler hep tortulu, hep kıvamlı. Hep ellerim cebimde, hep aklım bir karış havada.

Ayran gönüllüyüm. O an haydi diyenin peşine takıp kendimi Beyoğlu’nda bulurum. Yürürken kıpkırmızı bir çanta görünce kendimi tutamaz dükkâna girer onu elime alır, aynanın karşısında poz verir dururum. Sonra dükkândan çıkarım. İşte, almış kadar oldum. Sonra kahve kokusu gelir burnuma hop kahvecideyim. ‘ Eve dönmek lazım, eve dönmek lazım!’ diyor içimdeki anaç tavuk, civcivlerini kanatlarına almış, sanki bir ben kalmışım gibi sokakta. Aman diyorum ne varmış evde? Sıcak şarap içelim mi bak Asmalımescit’in bu çıkmazında dumanları tüten iki fıçı var, karşı karşıya. Hop! Elimde tahta taklidi plastik kupada şarap içmekteyim, ağzımda portakal kabukları… Burdan çıkınca bize uğrayalım da size şunu bunu verelim diyorlar. İçimdeki tavuk tam ciğerimin o yanından gagalayıveriyor. Ben pişkin gülüyorum, olur ama çok kalmayalım.

Çok uykum var şimdi. Şurada kıvrılıp yatsam? Battaniye örttüler üzerime, gözlerim hemen kapandı işte. Çığ giderek büyüyor, karanlık ve sessizlik. Tavuğun sesini artık duyamıyorum. Çok uykum var. Yarın işe gideceğim.

Gözlerimi açıyorum, kızgın tavuk gözlerimin içinde, kanatlarından biri sekizi gösteriyor. Birinin altında civcivleri… Çok geç, çok geç! Çıkmalıyım tavuk, akşam görüşürüz.

‘Eve dön’ diyor hala arkamdan, 'bu gece erkenden eve dön'.
Haklı. Ama ben hersabah, her akşam, gün geçtikçe her zaman, eve dönmek için çıkıyorum zaten evden…

Yakında Blogspot’tan taşınıyorum, evime dönüyorum işte.
Yeni evde görüşmek üzere…

Salı, Şubat 03, 2009

Sıradan bir sabah ve kozmik bilinç


Bir İstanbul sabahından daha merhaba dedi kafamdaki radyo alarmı. Bugün şehirde hava ılık görünsede çok fena ayaz, sakın kalın paltonuzu giymeden, şapkonunuzu kafaya geçirmeden çıkmayın dışarı. Güneş aldatıcıdır, modern zamanlar da öyle! Ayağa kalkıp, perdeyi açınız ki yeni bir gün başlasın. Günaydın!

Günaydın çokbilmiş spiker efendi. Ben hala rüyamda tilki kovalamanın derdindeyim. Neden tam birini yakalmışken diğeri gelip saçımdan çekiyor ve ben tam ona hamle yaparken elimdekini kaçırıveriyorum? Biri kapıyı cırmıklıyor. Tamam, Colin Efendi tamam, sana da açtım kapıyı.

Naber? Benden de iyilik noolsun. Sürtün sürtün bacaklara sürtün. Her sabah aynı numara, bir sabah da beni değişik bir şovla karşılasan ne olur yani? Hani sizde yaratıcılık? Kendini tekrarlama Kazım, benim gibi olma yavrum. Bi dur, düşücem şimdi!

Bugün günlerden ne Kazım? Bence Salı. Çarşamba desem senin için ne farkeder? Evet, senin için hergün bayram. Devir göbeği yat, canın sıkılınca gel elimi ısır kaç. Çok manalı bakmadığının ben de farkındayım canikom. Ben de içimden konuşuyorum zaten.
Dün gece şu ‘Biz ne biliyoruz ki Yarabbim Tanrım?’ isimli filmi seyrettik Yamyam’la. Orda da kadınceğiz ( hani şu sağır hanım var ya, eskiden bir sürü filmde oynardı hani) aynaya bakıp kendini şişman görüyor ve ‘Senden nefret ediyorum, çirkinsin, fenasın, hayvansın!’ diyor ya kendine. Aklıma o sahne geldi şimdi aynaya bakınca. Yok, ben kendime bu sabah fena şeyler diyeceğimden değil. Öyle aklıma geldi son seyrettiğim şeyin o olması sebebinden. Ama sana bir şey diyim mi? O film fos. Yani ‘ Yarabbim Tanrım’ film birazcık Quantum anlatmakla başlayıp, bol bol manipüle ederek devam ediyor. Zaten hanım kız da kendiyle barışıp, göz kalemiyle çıplak vücuduna mavi simli kalpler çizerek mutlu mutlu yatıyor küvette son sahnede. Bence de sıyırmıştır, hiç tarzım değil evet. Mavi simli göz kalemini nereden bulduğu meçhul, belki ev arkadaşınındır. Göz kalemi diyorum. Göz, göz! Uyuyosun sen hala Kazım. Kozmik güçlerle alakalı bir şey anlatıyorum sana burda. Quantum çekirdeğinden bahsediyorum. Atom nedir biliyo musun? Haaa bakarsın işte öyle.

Yürü, bugün ne giyelim isimli sıkıcı rutine gidelim. Yatağın kenarında oturup dolaba bakarken senin kucağıma yatıp fırsattan istifade yine kendini sevdirmeye çalışmanı da ezberledim artık. Ha evet kapı açıkken çamaşırların arasına girip saklanma oyununu unutmuşum. Onu yapmasan? Hayır, görmüyorum bazen kalıyosun dolapta! Bak şimdi hem böyle entel görünüşlü, hem biraz hanımcık, hem çok dar olmayan hem de çok bol olmayan bir şeyler lazım bu pantolonun üzerine. Çok alık bakıyosun halaa! Al sen şu top yaptığım çorabın peşinden koş! Hayda!... Koşsana!.... İyi koşma… Sen bilirsin.

Günaydın! Bugün günlerden salı… Haftaya alıştığımızın göstergesi olarak renkli kıyafetlerle orijinal küpeleri kombinliyoruz. Aklımıza ilk gelen şeyler sırasından hemen pozitif duygu verenleri sıralıyor, o duyguyu alıp boynumuza sarıyoruz. Şimdi Spiker Efendi'den günün gülümseten duygularını alalım;

- Teşekkürler Margot. Bugün gülümseten duygularımız sırasıyla şöyle:

*Hava soğuk olsa da, genelde güneşli bir gün olacağından gün içinde daha pozitif bir ruh durumu içinde olman bekleniyor.
*Sabah işe arabayla gideceğin için Ayça Şen’i rahatlıkla dinleyebilecek ve muhtemelen yine gülmeden edemeyeceksin.
*Akşam Canım Ailem’de mutlaka içine su serpecek bir sahne olacak. Misal; Meliha, Samim ve Seyhan’ın kapı önünde hayal kurup, çekirdek yedikleri sahne. Eve gelmeden sahlep almayı unutma.

Pazartesi, Şubat 02, 2009

Pandora'nın Kutusu


İstanbul’da nasıl da yalnızız, unuttuk mu hiç?
Unutmak üzerine kurulu zaten herşey ve hiçbirşeyi unutmakta o kadar zorlanmıyoruz artık biz.


Hayatımın belli zamanlarında yaşayıp unuttuklarımı Alzheimer hastası bir teyze vasıtası ile hatırlayacağım hiç aklıma gelmezdi. O cingöz mavi gözlerindeki pırıltı sanki bir ikaz ışığı gibi, bir hipnoz topu gibi, delilikle dâhilik arasında yanıp söndü film boyunca. Elinden tutulup “ Anne sakın bir yerlere kıpırdama, burada dur e mi?” diye tembihlendikten sonra arkanı döner dönmez sıvışan ( belki diğer çocuklarla yağ satarım bal satarım oynamaya dalmıştır) bir çocuk o ama bir yandan da hayatın en sıkışık en arapsaçı, en sancılı anında birden en basit ama en derin lafı iki kelimeyi birleştirip ediveren bir bilge aynı zamanda.

Sizin de çocukken benim gibi bir anneanneniz olduysa eğer, bu filmi seyrederken unuttuğunuzu sandığınız hatıralar birden gelip aklınıza konuveriyor… Bütün o Haliç boyunca gezmeler, güneşli havalarda bir banka oturup, iki sevgili dost gibi gülüşmeler, vapur seyahatleri, İstanbul’un başından eksik olmayan o arsız martı çığlıkları, eski dik yokuşlarda birbirine sırtsırta yaslanan mahalleler…

Birbirine karışan, çocukluğun o yumuşak sisi arasında bir belirip bir kaybolan bütün o resimler. Eminönü’nde balık ekmek yemeler, caminin önünde kuşlara yem atmalar, beyaz plastik kutusunda Koska nane şekeri, Uçan Kaz, uçan martılar, uçan beyaz bulutlar. Hayalimde canlanan manzarayı seyrediyorum beyaz perdede ve anneannem o teyze oluyor, o teyze anneannem.

O çocuk da benim, benim çocukluğum. Anneannenin çocukları var sonra üç tane. Onlar da şimdiki biziz. Büyük ablanın kontrol deliliği, ortanca kızın aşağılık sevgilisine duyduklarını ısrarlarla aşk sanması, erkek kardeşin o herşeyin dışında kalmış, herşeye ve herkese sırtını dönmüş, küsmüş, gücenmiş hali… “ Ben hiç kimseyi terk etmedim” derken kendince tutarlı olsa da belki de değil. Anneannenin oğluna dediği gibi: “ Bana arkanı döndün, hayata arkanı döndün, yetmez mi?” Yeter işte. Herkes birbirine arkasını dönmüş, ta ki Pandora’nın kutusundan mavi gözlü bir cin çıkıncaya kadar. Herkes unutmuş, ta ki torun hatırlayıncaya kadar.

Film boyunca şehre yüzünü döner anneanne. Şaşkın, anlamaz gözlerle pencereden bakarken dışarıya, şaşkın ve ürkektir. Ama sokakları adım adım arşınlarken cesurdur ve mutludur. Vapurda, güneşe yüzünü döner oturur. Haliç’teki o bankta gülümseyerek denize bakar durur. Beyaz saçları güneşte parıldar. Canı isteyince kıkır kıkır güler, canı istemezse öldür billâh ellettirmez kendini. Öyle bir kadın işte, dağına dönmek isteyen, ‘bari bunu unutmayayım’ diyen bir kadın.

Biz çoktan unutmuştuk bir sürü şeyi oysa. Her gün bir apartmanın, bir plazanın, bir keşmekeşin tepesine tekrar tekrar çıkıp inerken…

Perşembe, Ocak 22, 2009

son zamanlarda, son zamanlarda.

Ocak ayının sonlarına geliyoruz. Şu an bana herşey komik geliyor. Bu ofis, bu konuşmalar, sanki beni fersah fersah uzaklara atan bir hisse kapılmış gidiyorum. Hızla sürüklenirken, bir tren penceresinden birbirine karışarak geçen görüntüler…

Bu mevsimde evde ise herşey yavaş ve pazarlıksız bir şekilde soğuk. Kombiyi ne kadar yaksam da bazen saatler geçmesine rağmen ısınamıyorum. Mavi battaniyeye sığınıyorum, kedime sarılıyorum. Kıştan bıkmadım Keri, sadece gelecek faturadan korkuyorum!

Dün uzun zamandır girmekten koktuğum çalışma odama girdim. Zamanın içinde donmuş gibi, içinde hiç yaşanmamış sadece bazı eşyalar yığılıp, kaçılmış gibi, katı, soğuk duruyordu koridorun sonunda.

Odayı ısıtmalıydım. Kendimi ısıtmalıydım. Yoksa yavaşça uyuşup, zamanın içinden şeffaf bir şekilde geçmek yerine, külçe gibi ağırlaşıp, dibe çökeceğim. Kış çekimi diye buna denir. Ondan ısınıp, hafifleşmeliyim.

Isıtma çalışmalarına gözlerimi karartıp, kombiyi kökleyerek başladım. Omzumda mavi komik battaniyeden pelerinimle hızlı hızlı bir aşağı bir yukarı yürüdüm koridorda. Hızla mutfağa girdim. Kendi halinde pencerenin yanında çalıp duran radyoyu kaptığım gibi odaya geri geldim, masamın ortasına oturttum. Kalabalık masanın üzerinde cızırdaması geçip yerine alışıncaya kadar şöyle bir gezdirdim. Masanın sağ ucunda, rafın altında kendine geldi ve hiçbir şey olmamış gibi şarkı söylemeye devam etti.

Masaya şöyle bir baktım, binbir ayak bir yerde. Kitaplar yığılmış, kalemler, notalar, anahtarlıklar, kutular, üzerine su dökülmüş okunmayacak hale gelmiş yazılarla dolu kâğıt yığınları… Hepsini şöyle bir ittim kaktım. Kitaplar raflarına yerleşti. Bilgisayarı açtım, bir şey sorunca cevap versin diye sağıma yerleştirdim. Önüme okunacak makalemi çektim, kalem kutumu çıkardım, kaynak kitapları soluma aldım. Colin geldi, bana alık alık bakıp, arkamda duran ikili koltuğa yerleşti, kafasını yastığa koydu ve anında uyudu. Son bir tetkik… Masa hazır, müzik tamam, bilgisayar açıldı, kalem kutusu… Hepsi tamam. Ne eksik? Ne eksik? Hah! Çay!! Haydi, yine cevval adımlarla mutfağa! Minik, yuvarlak bir cüzdan gibi kilidi pıt diye açılan ve içine çay konan bir sallama zamazingosuna bir çimcik yasemin çayı… Küreyi kaynayan koca bir fincan suda sallandır, zincirinin ucundaki minik oyuncak fincan da yandan sallansın… Derken çocuk gibi keyiflendim. Haydi, haldır haldır odaya!

Isınmaya hazırdı oda. Isınmaya hazırdım. Meydan okuyan cesur bir komutan gibi işgal edip ısıtacağım topraklara baktım (!) Güvenim geri geldi, bir şahin gibi omzuma kondu. Mavi küçük diz battaniyesinden mütevellit pelerinimi savurdum, ana kumanda masasına oturdum.

Bu kadar telâşe içinde hala uyumakta olan Colin uykusunda gerinerek döndü, göbeğini havaya dikti. Oda artık ısınmıştı demek ki.

Gelecek program:

- Margot atölyede makalesini sunuyor. Dünyanın en rahat makale sunan insanı olmadığı bir gerçek olan Margot, bunu sanki hiç takmıyormuş gibi görünmeye devam edecek.
- Margot ısınan ana kumanda odasında kaynak kitaplara dalıyor. Berna Moran’ın Türk romanına eleştirel bir değil üç bakış attığı bu kitaplardan birincisi gayet aydınlatıcı, ısıtıcı, sebep sonuç çıkarımları için vitamin değerinde.
-Margot Yamyam’ın konserine gidiyor, oradan da grupları Zigzag’ı dinlemeye. Mor kabanını ve çizmelerini giymiş olan Margot hayatından memnun görünüyor.
-Haftasonunda Beyoğlu’nda iki tane sergi var bir tanesi Colin ve çetesinin bir hanım kızımıza nasıl musallat olduğunu gösteren resmin de olduğu şu sergi ve Mehmet Güleryüz’ün İşSanat’taki bu sergisi. Bunlara da bakmadan geçmeyin diyor.
Resim: Selma Gürbüz