Cuma, Aralık 08, 2006

Benim toplar damarım

Yazıya onu bekleyerek değil, onun için çalışarak kavuşabileceğimi düşündüğüm bir gün bugün. Nedense son zamanlarda kalemden kaçıyorum. Kalemi bir yandan özlüyor ama bir yandan da, defterin üzerinde düşüncelerimi oynatmaktan ölesiye korkuyorum. Kendimce bahaneler buluyorum yazmamak için. Hasta oluyorum çoğu zaman. Çok hastayım ya da çok meşgul. Sokakta her köşeye sinen sis gibi bir his kapladı içimi. Dayanılmaz karın ağrıları içindeyim.

İçten içe buralarda durunamıyorum. Ama neden? Şimdi onu düşünüyorum. Sıcak çayım, sıcak su torbam, sırtımda şalım, beni bugün fazla yormayacak bir işim ve bir yandan çalan müziğim var. Canım ne yapmak istiyor? Yazmak istiyor işte. Hem ne çok zamandır. O kadar çok şey birikti ki içimde, hepsi şu an karnıma, başıma basınç yapıyor. Yazamadıkça dertleniyorum ben. Yazamadıkça en papatya tarlası olsun hayat memnun olamıyorum. Kalem sen nelere kadirsin, kanımı dökmeden rahat edemiyorum. Sait Faik ne demiş? Yazmasaydım ölecektim! Ben de şimdi bir yerlere kıvrılıp sessizce o kaybolup giden boncuk mavisi Sait Faik kitaplarını okuyabilseydim... Kütüphanenin nerdeyse bir rafını maviye boyayan bir adamdı o, ama ben o zamanlar ne demek ister asla şimdiki gibi bilemezdim.


Belki de içimden bir ses dün seyrettiğim Hayatımın Kadınısın filminden bahsetmek istiyor. Öylesine elime çay alıp, konuşur gibi. Hem zaten benim Haliç kıyısında çay içilen bir filmi sevmemem mümkün değil. Balat taraflarında geçen bir hikayeyi dinlemeden de geçemem. Sen ismin geçince dönüp bakmaz mısın? İşte öyle bir şey bu da. Sanki birileri sohbet ediyor ve kulağına çalınan kelimeler şunlar; Türkan Şoray, Uğur Yücel, Orhan Gencebay, Balat, balık ekmek, ince belli bardakta çay, İstanbul’da gün batımları, zamana meydan okuyan aşklar, masallar, masallara meydan okuyan hayatlar, eski sinemalar… Arka arkaya bunca laf duydun, dönüp gidebilir misin? Bakmadan geçebilir misin? Geçemezsin işte, saymadıkları lakabın kalmamış gibi orda mıhlanır kalırsın.

Bak işte nasıl debeleniyorsun eskisi gibi ince ve derinden bir şeyler yazmak için. Tophaneli’nin denize bakıp Orhan Gencebay sesiyle inceden ve derinden laflar etmesi gibi, sonra o lafların sis gibi, keder gibi içine birden çökmesi gibi bir şeyler arıyorsun.

Bu satırların arasında bir yerlerdeyim ben. Her kelimenin ardına bakıyorum. O sokaklardan birinde koşturuyordu anneannem omzunda hırkası, robadan entarisi, Türkan Şoray gibiydi saçları, yemin ederim. Ve bir keresinde de elimden tutup yokuş aşağı muhtara girmiştik oralarda beraber. Sonra Fener’e gitmiştik, dayım bir tekneden inivermişti. Annemin doğduğu ev denize bakan evlerden hangisiydi? Akşamın bir vakti, anneanneli dedeli bir evdeyim. Gaz sobasının genleşme sesleriyle kitaplar okuyorum işte. Benim bu filmi sevmemem mümkün değil diyorum size.

Ve yine Edirne’de bağlık bahçelik bir yerde, yeni mezunuz ve işsiziz. İşsiziz ve amaçsızız. Otların arasına gömülmüş yatıyoruz Neşe’yle. Ve mevsim bahar olunca… Diye başlıyoruz Orhan Gencebay şarkısını söylemeye. Bulutlara bakıyoruz ve sadece gülüyoruz bunu söylerken.

İçimizde bir kıvrık kenar var değil mi hepimizin? Öyle bir tel var. Aynı sesi çıkaran. Ondandır sanırım bazı hallerde hep aynı tel oynuyor içimizde. Bunu zaten kimseye anlatamayız.

Ondan mıdır nedir, ben Türk filmlerini seviyorum. Hem kızıyorum hem seviyorum bizim oğlanı der gibi seviyorum. Dondurmam Gaymak filmini de seviyorum. Belki acemice, belki eğriti yerleri var ama öyle yerleri var ki sevmeden duramıyorum. Son gittiğim filmleri keşke böyle arka arkaya, azıcık da olsa anlatabilsem size. Azıcık İlk Aşk’ı azıcık Dondurmam Gaymak’ı, hepsinden önce Beş Vakit’i. Reha Erdem’e nasıl her filminde hayran olabildiğimi anlatabilsem. Konuşacak, anlatacak ne çok şeyim birikti. Ve sanki hepsi düzenlenmeyi bekleyen yığılmış çekmeceler gibi bekliyor kafamın içinde. Tek tek anlatıp, kendimce tek tek katlayıp, devşirmek isterim onları. Nakışlayıp, nakışlayıp buraya dizivermek isterim. İsterim ki en azından bendeki damar damar kabaran yerleri nerelere gider çizeyim.

Biliyorum ki çizdiğim şey dönüp dolaşıp, hayata gelecek. Herkesin kendince bir laf ettiği bu koca nakışa. O zaman benim noktam da burada bir yerlerde dursun. Dondurmam Gaymak’taki dedenin dediği gibi Hayat nedir ki? Bir pencere. Sırası gelen bakar, geçer.

Benim hissim o ki biz o pencereden bakması birbirine benzer tipleriz. Baktığını, gördüğünü anlatmadan duramayan, geçemeyen bir tip de benim. Diğer tiplerin hayranıyım. Onların bakışlarına hayranım. Zira ne zaman Haliç’in kıyısından bir yerlerden geçsem içimden onların bakışları geçer. Yakın yerlerden bakarız biz o pencereye. Seslerimiz ondandır, birbirine karışır. Yazlık bir sinemadan gelen seslerle büyüyen bir çocuğun yaptığı filmi, bir gün gelir başka bir çocuk seyreder, sonra o çocuk kendi çocukluğunu anlatır, fonda çalan hep aynı şarkılar, türküler. Mahalleliler, komşular, sevgililer. Acemice kendimiziz işte. Benim bir tek güvendiğim, dürüst umut dediğim şeyle ayakta durabilen kimseleriz.

4 yorum:

Adsız dedi ki...

şimdiye kadar kimsenin yorum bırakmaması ne ilginç, halbuki ben çok sevdim bu yazıyı. eline sağlık!

palyanço dedi ki...

ne yalan söyleyeyim bende çok sevdim.. ozlediğim hersey var sanki burda.. ozellikle istanbul.. eski istanbul ve türk filmlerinin kendine has kokusu :)

ellerine de yüreğine de sağlık..

Su dedi ki...

dun annem bahsetti "dondurmam gaymak"tan, bir Mugla geyigiymis, oyle dedi. bana burda onu bulup indirmek duser tabi. ama ayni sey degil. bazen boyle cok uzakta oldugumun iyice ayrimina variyorum.

turk filmleri... 100 kere izlemis oldugumu bile yine izlerim. disarida da yagmur yagsin. ben ankara'daki eski evin kocaman camlarindan disari bakip, mavi koltuklara iyice gomulmeliyim..im..im

Margot dedi ki...

Sevgili Acemi,
Teşekkür ederim, beğendiğine sevindim :)
Sevgili Palyanço,
Hepimizin Türk filmlerinde kabarın bir damarı var sanırım,teşekkürler.
Sevgili Su,
Bugün İstanbul'da aynı dediğin gibi bir yağmur başladı, kocaman camlardan bakıyorum şu anda. Ama gömülecek mavi koltuklar yok, sadece florasan ışıkları ve çalan telefonlar...
Sevgiler sana.