Pazartesi, Mart 27, 2006

Gelmeyeceksin diye öyle korktum ki!

Bahar’ın geleceği umudunun ucunu tutmuştuk. Bu ılıklanan havanın arkasındaydı Bahar. Ya da şu lodos rüzgârına kapılsak Bahar’da bulacaktık kendimizi. Tuttuk ucundan misk-i amber kokulu umudun, dayanamadık artık, can havliyle çektik. Bir kova su boşaldı kafamızdan aşağı, öylece kalakaldık Bahar’ın kapısında. Aşkımızla alay etti bahar, bu soğuk yağmurlara bandırdı saçlarımızı. Sırılsıklam olduk. İçimiz burkuldu… Gri bulutlara baktık başımızı kaldırıp. Ama sen, neden vurup kaçıyorsun böyle? Neden bu vicdansızlık? Kışın o kadar üşüdük ki zaten. Biz kışın o kadar üşüdük ki, bilemezsin…

Cemrelere inandık, saatleri ayarlamaya hazırlandık. Çiçeklerle bir olduk, onlar açtı biz sevindirik olduk. Umutlandık. Umut bir buluttu, sırtına bindik. Sabahları güneş kollarını uzatıp ısıtınca bizi, daha kolay uyandık. Yemekleri türkülü pişirdik, bezelye çıksın istedik, semizotları yeşersin dedik. Meğer amma yeşilmişik. Leylek bile istedik.

İnsanlık hali işte… Olur, olmaz bakmıyoruz bazen değil mi? Peki yok mu bir oluru? Ben mesela, mutfağıma pencereden güneş girsin istiyorum. Her pirinç tanesini sayacak kadar aydınlık olsun etraf. Biberler kırmızı kırmızı parlasınlar. Soğuk suyla yıkansın maydanozlar. Fırfırlı Ayşecik önlükleri istiyorum, hayat bilgisi derslerinden fırlamış gibi saçlarımı da topuz yapayım. Radyoda Bob Marley ‘sugar sugar’ diye başlasın söylemeye, kırıtarak domatesleri doğrayayım. Zeytinyağlılara şeker katmak aklıma gelsin şarkıdan .. ‘Sugar sugar, oooh honey honey!' Oluru var mı?

Yağmur sokaklarda yokuş aşağı manik-depresif derelerle akarken, pazarcılar tentelere biriken suları arada bir foş diye boşaltırken, oluru var mı?

Rüzgâr şimdi trafik ışıklarını aşağı yukarı sallıyor. Birbirine el sallıyor araba silecekleri… Hızlı hızlı yürüyenler, telâşeler, telaşından duramayıp koşanlar… Başlar hep hafif eğik, düşen yağmurda boyunlar hep bükük, mahcup Hülya Koçyiğit gibi koşuşturan insanlar. Islanacağım, üşüteceğim, çamur olacak paçalarım. Rahatsızım.

Bir kahveye atsam kendimi, çayın burnuma değen buharında bir an sıcak bir nefes alsam. Masadaki çiçekler hoş geldin hoş geldin baksalar. Mor bir ispirtolu kalemle yazsam bunları. Mor el yazım temiz ve düzgün bir peçetede benek benek, şekil şekil uzasa. Garson temiz yüzlü gençten biri olsa, dişlerinin beyazı masa örtüsüne uysa… Siz çayınızı için bahar birazdan burada olur dese, şaşırsam! Sahi mi? Desem, gelecek mi sahiden? Oluru var mı? Olmaz mı? Dese.. Sevinsem. Bir çay daha o zaman? Hay hayy dese… Bu hay hay o kadar melodili çıksa ki; akabinde kulaklarım çınlasa. Islıkla bir karşılık verme hissi geçse içimin dip köşesinden…

Şimdi ayaklarımla tempo tutup, camdan dışarı bakıyorum. Laf aramızda bahar birazdan burada olacakmış diyor yan masadaki adam. Ben hiç beklemiyordum ama yan masadaki hanıma söylenirken kulak misafiri oldum. Olacak şey değil! Diyor yanındaki hanım. Biz de bekleyelim o zaman. Çay söyleyeyim diyor başıyla evetleyen adam. Göz göze geliyoruz, gülümsüyorum. Tamam canım o mesele, gibilerinden göz kırpıyorum. Mahcup gülümsüyor hemen.

Garson elinde çayla geliyor. Tam benim sevdiğim ince bellilerden, yanında iki kesme şekeri bir paket yapmışlar. Beklerken gazete okumak ister misiniz diyor. Teşekkürler, Parfümün Dansı’nı bitirmeye çalışıyorum diyorum, birkaç sayfam kaldı zaten. Anlayışla başını sallıyor, iyi okumalar efendim. Çok mersi. Mırıl mırıl mırıl.. Çay kaşıkları dervişler gibi tıngır tıngır tıngır..Akrep ve yelkovan kovalamaca oynamaya başlıyor bir yandan. Yağmur yoruluyor onlar koştukça. Sokaklar ıslak parıldıyor, tik taklar ritminde sayfaları çeviriyorum. Dansın sonuna geliyoruz her tik takta. Üçüncü masadaki bebek uyuyakalıyor, fısıldayarak konuşuyor arka masadakiler. Yağmur yavaşça çekiliyor, bulutlar omuzlarını silkiyor yorgunluktan. Kupkuru ve kabarık bir iç çekiyorlar. Yolda yürüyenlerin omuzları gevşiyor, yavaş yavaş başlarını kaldırıyorlar. Telaşlar buharlaşıyor, sakin adımlar alıyor onların yerini.


Karşı kaldırımdaki bakkalın kedisi dükkanın önüne çıkıyor. Geriniyor bütün adaleleri ile taa kuyruğuna kadar. Şöyle bir bakınıp uzun bıyıklarıyla kolaçan ediyor sokağı. Tam o sırada beyaz kabarık bir bulutun ardından güneş parmağını uzatıveriyor. Sonra göz kamaştırıcı ve Müşvik kollarıyla sıcacık kavrıyor etrafı. Suratlarına, saçlarına değiyor insanların. Kedinin kuyruğuna, kulağına değiyor. Pazarcıların ıslak naylonlarını kurutuyor, renkleri cilalıyor, bebekleri gıdıklıyor, ağaçların yapraklarında yaylanıyor, bir süre oradan ce e yapıyor, rüzgarla kıkırdanıyor yapraklar. Hava güzel kokmaya başlıyor artık, parfümler dans ediyor. Çocuklar okuldan çıkıp beyaz önlükleri kopmuş rüzgarda beyaz bayrak gibi dalgalandığı halde koşuyorlar yokuştan aşağı.

Garson geliyor usulca yanıma, eğiliyor kulağıma; Hanımefendi diyor, Bahar geldi. Sizi dışarıda beklediğini söyledi.


7 yorum:

Adsız dedi ki...

marggoooo...
pabucu yarııımmm...
çık dışarıyaaaa oynaayaaalllıımmmm....

JTB (JourneyToBlue) dedi ki...

yaaa..
buraları da misler gibi, sımsıcak.. ama nerde pıtırak pıtırak açan çiçekler ağaçlarda....

celerone dedi ki...

Margot,

Ne zaman bir kitap olacak bunlar?Ne zaman temiz, beyaz, yazılı sayfalar, ya da hadi artık böylesi makbul, yüklü bir cd yayınevlerine gönderilecek Margot tarafından?
Ne zaman?

Çıksın alacağım ben bu kitabı. Hatta bekliyorum.

uykusuzadam dedi ki...

Yaşasın !! Gelmiş mi gerçekten ?

mono dedi ki...

gelmiş gelmiş, bana da uğradı bugün, oturmaya da gelcekmiş öle dedi :)

Margot dedi ki...

Valla da geldi billa da geldi!
Celerone,
Sağolasın, kitap benim de hayalim ama daha zamanı var.

Oya Kayacan dedi ki...

Yanılıp da dışarı çıkmasaydın gülüm, çıktıysan da hemen kaçsaydın içeri keşke. Yarından itibaren başlıyormuş yine somurtmaya diyor hava haberleri... Yine küt diye yazı mı dayatacaklar burnumuza nedir, baharı bekleyen kumrular gibi uyuzumuzu kaşırken biz?