Salı, Nisan 01, 2008

Mehtaba karşı uzanalım eski köprünün altında

Bazı günlerin gelişi sabahından bellidir, uyandığında yüzünün içine dolan ışığın ordan bir yol bulup içine… Ta derinlerine sızmasından…

Sabahının mahmurluğunu elime karası çıkmış, yerine kırmızısı gelmiş bir kitapla karşılarken biliyordum bunu, akşamı soğusun diye iple kuyulara sarkıtmış bekliyordum daha taa sabahından.

Tam da beklediğim gibi akşam bir serinlik çıktı ipin ucundan. İtalyan merdivenlerinin ıssızlığına, siyah beyaz fotoğrafına değil de şahsına şaşkınlıkla bakıp ve önünden hızla geçip, tenha sokaklardan aşağı elele yürüdük.

Kıyıya yaklaşan vapurların sırtından bir telaş inip, kaçışan böcekler gibi karanlık sokaklara salıverilen o cumartesi eğlencesi yolcularıyla karşılaştık. Onlar Taksim’e, biz tersine, yürüdük. Sonra alt geçitten çıkar çıkmaz, orda bekliyordu işte. Manzara. Hepsi, tekmili birden, camisi, şehir hatları vapuru, köprüsü, ışıkları ne varsa işte… Burnumuzun dibinde bitiverdi, karşı yakayla bu yaka aynı anda. Hep olduğu gibi sevinçle yumuşadı kalbim, hüzünle burkuldu ve sonra yine sakinledi. Sonra ikisi birbirine karıştı ve yine öylece kaldı.

Fenerbahçe-Beşiktaş maçını seyredenlerin yürekleri ağızlarında televizyonlara baktıkları kahvelerin önünden yürüdük, dayanamayıp durduk. Son birkaç dakikasında herkes maça baktı, ben yine denize baktım, şehir hatlarından birinin sohbetten çekilir gibi ağır ve aheste kıyıdan ayrılmasına. Süzülerek ve ışıl ışıl, kıvamlı ve sakin sularda ilerleyişine… Maçtan ve dünyadan ve hiçbir şeyden bihaber, kendi halinde…

Cam kenarında masası boş herhangi bir lokanta bizim için evladır dedik. Cam kenarına iliştik. Roka salataları, minik midye dolmalar, kalamarlar ve rakı. Ne çaldığını hiç umursamadığım, darbuka ve kemancı geldiğinde susan bir müzik.

Hiç yoktan neşelenebilen ve hiç yoktan samimice hüzünlenebilen ben, yine bu iki hissi birleştirip onların bu alacalı bulacalı hallerine alışkın gülümsedim.

Ne diyor zaten elime karası çıkan kitapta; Ne garip bir şehir bu şehir, ne garip insanlarız biz?

3 yorum:

gezicini dedi ki...

ne güzel yapmışın komşu, kalamarları düşündüm şimdi. ben de birden hüzün birden sevinç basan biriyim öylesine. seni okurken kendimi düşünğr buldum kendimi..
sevgiler
yeni anne gorki

dgül dedi ki...

Sevgili Margot, birkaç gündür abartılmış yoğunluklarımdan mütevellit ancak hızla girip çıkabiliyordum sayfalarına. Bugün önce "Sevgili Can Dostun" hakkında kıskanılacak güzellikte yazdıklarını "maşallah, Allah ayırmasın" diyerek okudum. Sonra en son yazdığın "İnanamıyorum" yazını 3-5 kez üstüste içim sızlayarak (ki artık gazete filan okuyamıyor oldum bu sebeplerden) okudum. Ve en son bu yazınla tıpkı son paragrafındaki "Hiç yoktan neşelenebilen ve hiç yoktan samimice hüzünlenebilen ben, yine bu iki hissi birleştirip onların bu alacalı bulacalı hallerine alışkın gülümsedim." hissiyatının tıpkısına bürünüp, hayranlıkla kurcaladım yine cümlelerini. "Son birkaç dakikasında herkes maça baktı, ben yine denize baktım, şehir hatlarından birinin sohbetten çekilir gibi ağır ve aheste kıyıdan ayrılmasına." derken sen; düşündüm, ne çok zaman böyle hissederim ben de diye, ama mümkün mü bu kadar güzel cümlelere dökebilmek...
Uzaklarda da olsak, herşeye, tüm olup bitenlere rağmen "sen" gibi insanlarla bu memlekette yaşıyor olmaktan dolayı mutlanıyor, umutlanıyor ve gururlanıyorum Margot. Sağolasın...

Margot dedi ki...

Sevgili Gorki,
Yeni anne mi dedin? Gözünüz aydın! Ne sevindim bir bilsen.
Uzun ömürler, nazarlıklar ona :)

Sevgili DGül,
Senin bu güzel yorumlarınla yüreklenmemek mümkün mü? Gülümsememek, içinin ısınmaması? Değil.
Bazen Margotto'da yazmak istemiyor canım, bazen hiç yazmak istemiyor. Bazen yazıyorum da ne oluyor? Diye soruyorum kendime. Bazen hevesim kırılıyor. İşte bütün bu kırgınlıkların tamiri için bir iki güzel söz okumak yetiyor. Birileri için bir şey ifade edebilmiş olmak. Yazı gitmesi gereken yere gitti deyip rahat bir nefes almak bu.
Sevgilerimi yolluyorum sana!