Pazar, Haziran 11, 2006

Gönül ferman dinlemiyor, yok mu bunun ilacı?

Film seyretme oranımdaki yükseliş, onları yazıyla sabitlememle ters orantılı olmaya başlamıştı son zamanlarda. Eskiden sanki daha az film takip etmeme rağmen onlarla ilgili daha çok yazma hissi taşıyordum. Son zamanlardaysa, yazıya adadığım tutkular sanırım, Margotto matine yollarını tıkadılar.

O kadar filme gitmeme, doyamayıp evde DVD seanslarıyla devam etmeme, televizyondaki filmleri de mümkün mertebe kaçırmamama rağmen, filmler ne olduysa oldu, beynimin kara deliklerinde bir gün bir çağrışımla çarpışıp, su yüzüne çıkana dek, kayboldular. Ama geçen hafta seyretmeme rağmen kaybolmayan, yazıyla sabitleme duygusu uyandıran bir film vardı: Arka Bahçe.

Film ne olduysa oldu beni burktu. Burkulup kaldım, bir sürü şeyden bahsedip de yüzüne gözüne bulaştırmadan çıkan bir filmle karşılaştığımda olduğum gibi hayran, bana hissettirdiği acizlik ve pasiflikten dolayı buruk olarak öylece kalakaldım külçe gibi koltukta. Yan sıradakiler: E, hadi bitti film kalksana ne oturup kaldın şaşkın! Der gibi şaşkın şaşkın baktılar yüzüme. Ayıp olmasın diye zorla ayrıldım yapışkanlar zerk edilmiş hissi veren sinema koltuğundan.

Şimdi, şu anda, alışveriş merkezinden çıkarken, Mango indirimini gördüğümüz anda unutacağımız bir hisle arabalara doğru yürümekteydik. Biz içerdeyken, dışarıda sağlam bir yağmurun sokakları bir süreliğine de olsa teslim aldığı çok belliydi. Unutmak için gündelik hayat kollarını açmış bizi bekliyordu işte, uyuşturmak için. Ama ben, benden beklenen performansla unutamadım (ne olur anla beni).

Filme gelirken bu halde olacağımı bilmeden gelmiştim. Mideme atılacak yumrukla büzüleceğimden, beklenmeden olacak bu burkulma hissinden bihaberdim. Film kahramanların tanışmasıyla açıldı. Justin (Ralph Fiennes) soğuk, hissiz hatta zaman zaman bende amma uyuz herif hissi yaratan bir İngiliz dış işler görevlisi. Aslında filmin açılışından itibaren ne kadar pasif, ne kadar seyirci olduğunu anlatmakla meşgul. ( Yoksa ne kadar pasif, ne kadar seyirci olduğumuzu mu demeliydim?). Bir konuşmacı adamceğiz gelemediğinden onun yerine konuşmak zorunda kalan ve kerhen yaptığı konuşmayı bitirip bahçesine çiçek dikmeye gitmek isteyen biri o sadece. ( Yoksa şu ofis saatlerini bitirip bir an önce eve yemek yapmaya koşan senin gibi mi demeliydim?) Ama seyredenler arasında içinde bir şeyler yanan biri var. Kafa tutarcasına konuşan, her cevaba laf yetiştiren, kimsenin duymak istemediği o pek de rahatsız edici şeylerden bahsetmekten çekinmeyen biri. Irak savaşını sorgulayan sorular sorduğunda ve kendini kaybedercesine cevap kovaladığında, insanların kafa şişirici bulup salonu terk ettiği biri. Herkesin bana dokunmayan yılan bin yaşasın dediği zamanlarda, insanlara dokunmaktan çekinmeyen, işte sırf bu yüzden başı ezilen bir yılan muamelesi gören biri: Tessa (Rachel Weisz). Bu iki zıt kutbun birbirini çekmesiyle başlayan bir aşk yolculuğunda, sana bir yandan da anlatılan o pek fazla duymaya gönüllü olmadıkların: Ölen insanlar, yaşamları kimse için beş para etmeyen insanlar. Arabana dayandığında başını çevirdiğin yalınayaklı selpakçı kızın gözlerinin içine bakmaktan çekinen sen, ben ve biz belki sinema perdesinde bize bakmadıklarından emin olduğumuzda sadece bakabiliyoruz onlara. İşte aslında bence bu; onlara çekinmeden bakabilen, onlar için bir şey yapmayı göze alabilen, kafasına koyduğunun peşinden giden bir kadının ve ona asıl öldükten sonra âşık olan bir adamın hikâyesi.

Justin ile evlendikten sonra diplomasi Tessa’yı Kenya’ya yolluyor. Justin kendince tohumdu, bağdı bahçeydi dalıp giderken, Tessa ilaç firmalarının arka bahçede oynadığı hayatları keşfediyor. İnsan hayatlarını. Biz çoğumuz aslında birer Justin iken, Tessa, karakterini bastırıp uzun davetler veremiyor bahçesinde. Birileri ölürken başını çeviremiyor, birileri ölümüne yürürken o yürüyüp gidemiyor. Kendinden de vazgeçmiyor, insanın gerçek hissinden de. Kendi başına, tek başına yapması gerektiği şeyi, yapıyor. Belki böylesi bir tutku gereklidir, senin de olman gereken kişi olman için. Onun dozunu sen ayarlarsın, ne için değeceğine sen karar verirsin. Ama hadi kabul edelim bizim bahçelerdeki oyunlarda kimsenin canı bizden önce gelmez. Her koyun kendi bacağından asılır. Koyunlar olarak hepimiz kendi bacağımızdan asılırız. Kurtlar köşeyi dönerken.

Birinci perdede kimsenin anlamadığı, erkeklerin hayranlığını kazanan vahşi bir zapt edilemez olarak, kocasını aldatan bir kadın olan Tessa, aslında kimdir ikinci perde sana anlatır. Kocasıyla beraber âşık olursun o kadına. Kendiliğinden ve her şeye rağmen kendi olması haline. Hepsinden öte, kendi olmanın hakkını vermesi haline. Bazı insanlar bir şeyi onun için ölecek kadar sever. Buna yakın bir şeyi hissetmemen için sana verilen indirimlerle, ikramiyelerle oyalanman gerekir. Kimse senden dünyayı yerinden oynatmanı beklemez, hatta mümkünse el sürmemen daha mubahtır.

Kendin değil, olman gereken biri var bu dünyada. Kavga kıyamet giderken bu dünya bir yerlere, ağzına mısır sıkıştırıp seyretmesi, taksitlere girip arabasını yenilemesi gereken birinden, başka biri. Hâlbuki aldığın verdiğin nefesin ya başka bir manası varsa? Ya başka birilerinin elinden tutabilecekken bacağının yanında sallanıyorsa elin? Hatırlanması gerekenleri unutan, uyuşan bir beyinse beynin? Hakkını veriyor musun? Elinin, beyninin, nefesinin?

Bu yazı Arka Bahçe filmini seyredip, unutmak, unutulmak, görmek, başını çevirmek ve hakkını vermek hisleriyle donanan biri tarafından yazılmıştır.


Uzaklarda bir yerlerde, bir şeyler kök salıyor diyen birinin dediği gibi:

"... Burada nefesin hakkını vermeli. Bastığımız toprağın hakkını vermeliyiz. Şu anda bu iki tane 41 numara ayak, yan yana koyduğun zaman bayağı işte 30 santimetrekare bir yer işgal ediyoruz. İşgal ettiğim yerin hakkını vermem lazım. Demin de söylediğim gibi, o taşıdığım pasaportun, nüfus kâğıdının hakkını vermem lazım. Aldığım nefesin hakkını vermem lazım. Onun için sigara içmiyorum zaten. Yeri gelmişken söyleyeyim. (nefes alıyor) onun hakkını vermem lazım. Bitmez insanın çabası. Yeter ki enerjisi olsun. Tanrı ömür versin. Sağlık, sıhhat versin. Durmaz, bitmez. Benim durmak.. "tamam, bu artık olmuş da bundan iyisi olmaz" gibi bir şeye inanmıyorum. Çünkü her şey biz insanlar için. Her şeyin iyisi olur. Biraz daha iyisi olur. Yapmış olduğun iyinin bir parçacık daha, yarım parmak daha iyisi falan olabilir. Sonuç olarak ben dedelerimden ne miras almışsam onu bir kendi potamda eritip, bu aynada çıkartıp karşı aynaya atıyorum. Karşı aynada da iyi karşılanıyor. Ama işte benimki muhabbet. Gönül birliği, gönül muhabbeti. Sadece programcılık değil. Sadece şarkıcılık da değildi. Hepsi beraber işte, "Barış Manço diye bir adam varmış, bir şeyler çalarmış, söylermiş, anlatırmış. Sağ olsun dinleyenleri varmış" falan gibi. Sonuçta ne olacak: baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş... "

6 yorum:

Adsız dedi ki...

bence vermişin yine hakkını , eline sağlık...Barış Manço'yu ben de rahmetle anıyorum , nur içinde yat sevgili kardeşim...

Adsız dedi ki...

Yine hakkını vermişsin arkadaşım...
Tebrikler...
Gerçekten de RUHUMA DOKUNDU YAZIN...

turuncu dedi ki...

bir seyler soylemek istiyorum ama toparlayamiyorum. margot, nasil olacak bu isler? her taraftan senin dediklerinin tersi pompalaniyor: uretme, tuket, hep tuket, kendini yucelt, onemli olan sensin, digerlerini bosver! bozaci'nin dedigi gibi, var mi umudun?

KUGUU dedi ki...

MARGOT,
Yazidiline de, icerigine de, ama en cok da
anneanneye bayildim...
Kuguboynu:)

Margot dedi ki...

Yamyam ve Petrek,
Sağolunuz :)
Witness of Bozacı ve Turuncu,
Haklısınız ama benim hala umudum var. Açıklanması güç, yoruma sığmaz ama var.
Kuguboynu hoşgeldin,
Sağolasın, anneanneme fanclub açıcam yakında :)

Adsız dedi ki...

Margot,

bilirsin aramizda olmak istedigin ya da olmayi tembihledigin turde kisiler de vardi. Hem az degildiler ustelik. Ama azaltildilar. Azalmazlarsa yok olacaklardi, azaldilar.

Artik isten cikip bir an once eve gidip yemek pisirmeyi dusunmekteler.