Salı, Mart 27, 2007

CAMEKÂN

Bir bacağımı kıvırmış, dizime denk gelen minik düzlüğe de çenemi yerleştirmiş ekrana bakıyorum. Mart’ın son günleri… Yine yağıp, esiyor mübarek. Sahneden çekilmeden finalde illa patlatacak bombayı, patlatacak ki akıllarda kalsın, Mart desinler yine yaptı yapacağını. Maksat şanı yürüsün Mart’ın, küresel ısınmaya kafa tutan eski, yıkık, yorgun ama son dakikaya kadar nakavt olmaya niyeti olmayan bir boksör gibi…

Biraz canım sıkkın şu dakikalarda. Bir şeylere kapılıp gitmişim ama arada olup bitenleri pek anlamamışım gibi kendimce bozulmuşum. Bir hallere girmişim meğer çok zamandır ama ben farkında değilmişim. Ya da öyle bir şey işte canım… Her şeyi bilmiyorum ben, bilemiyorum.


Canım çok kitap çekiyor bu aralar, bir de çok yazı. Ama yazı yazmaktan biraz korkuyorum. Neden bilmiyorum şu beyaz sayfayı açıp da iki satır yazana kadar… Bazen ödüm patlıyor. Yazmadan önce yazmamak için bahaneler buluyorum, çoğu zaman çok meşgulüm ya da çok yorgun. Kafam almıyor iki satırı yan yana dizmeyi. Beynim bulanmış benim, yazsam kim bilir neler saçmalayacağım. Yazamayıp da debelenmekten, becerememekten ve o beceriksizlikle yüz yüze gelmekten korkuyorum. Köşe bucak kaçıyorum ondan, aklımda yazacağım şey belirene kadar kaçıyorum. Bazen belirdiği zamanlar bile… Aşkla nefret, korkuyla tutku, hırsla çaresizlik arasında çiziliyor çizgiler, içimde bir baştan bir başa çiziliyorlar damar damar. Huzursuzluk, tedirginlik dertop oluyor içimde bir mideme bir kalbime, bir parmağıma gelip dayanıyor. Yazamıyorum çok zamandır ve tedirginim. Tedirginlik içimde bir kapıya dayanan sınav huzursuzluğu, bir senelerdir hazırlanıp seçmelerde lafını unutma, bir ilk buluşma ya da bir iş görüşmesi ya da daha beteri- evet kesinlikle bunlardan daha beteri- ya yazamazsam duygusu. Ya beyaz sayfayı açar da karalayıp, karalayıp atarsam, ya sabahı edersem kıvrım kıvrım olursa parmaklarım ya klavyeye dolanıp kalırlarsa ve ben… ben… ne yaparım işte o zaman?

İşte o zaman…

O zamanlarda kimseyle konuşmadan bir süre sessizce oturuyorum. Tıpkı demin yaptığım gibi. Benden uzaklaşmış o şeyin dönüp gelmesini bekliyorum. Beklerken bazen şimdi olduğu gibi yazı yazıyorum, tespih çeker gibi. Parmağımdan çıkan ses dışında odada ses olmamalı. Ne yazdığım, neden yazdığım ve ne kadar uzun olacağını kimse bilmemeli. Zaten bir süre sonra ben bile bilmem ne yazacağımı. Ne yazdığımı, ne yazıyor olduğumu görür bazen şaşırırım ve devam ederim gülümseyerek. Bir süre sonra düşünmeden bir şeyler yapmak ve yaptığının içinde eriyip yok olmak istiyor insan. Hepimiz istiyoruz bunu, belki bazılarımız bunu yapana kadar istediğini bile bilmiyor. Ama birden kendini kaptırdığın şeyi bulduğunda ve zamanın sana dokunmadan geçtiğini anladığında- ki bu çok önemlidir, zamanın sana dokunmadan geçmesi- hissetmezsin narkoz anı gibidir o bahsettiğim durumlar. Hep onu ararsın, tekrar onu, mütemadiyen onu. Bazen kendinde o kuvveti bulamadığında, bir şeyler seni savurmuş ve sen bir yerlere uçmuş gitmişsen ödün patlar işte. Kayboldun sanırsın. Bir daha yolu asla bulamayacaksın. Bir daha hiç akmayacak parmaklarından kelimeler ve sen bir daha o duyguyu pek zor yakalayacaksın. Sanırsın. Ama yeterince sabırlı oturup beklersen o duygu sana geri gelir.


Yazı aslında benim gerçekle aramdaki kalın camdır. Camekândır. Yazının arkasından görürüm ben dünyayı, dünyayla aramda bir gerçek yalıtımı vardır. O yalıtım ile dayanabiliyorum bazen kendime ve hakikate. Ya da yazdığım zaman gerçek oluyor bazı şeyler, hem çağırdığında gelenden başkası zaten yalandır…

Hakikatlerin hepsi yağmur damlaları gibi çarpar olur bir süre sonra yazıya. Ama çarptıkları anda dağılırlar, dönüşürler, mürekkep lekelerinden ibaret sanırsınız siz onları aslında onlar da bir zamanlar hakikattiler. Ama şimdi ne güzel bir söylenişleri var değil mi, sanki bir şalla havası değişen kadınlar gibiler. Yoksa ne olacaktı be kuzum? Sabah hepimiz kalkıyoruz, iyi kötü hepimizin kapılandığı bir yer var, akşam hepimizin sırtı ürperiyor, herkesin ateşe koyduğu bir demlik var. Yağmurun kardan farkı damlalarının hepsi aynı, yalnız bana çarpanlar ayrı dağılır, sana çarpanlar ayrı… Benimkiler işte bazen suya değer gibi halka halka açılırlar. Açılır açılır hakikatten uzaklaşan ama kopmayan yuvarlaklar olurlar. Yağmur yağar gibi o ritimle klavyeye vurmasına bayılırım parmaklarımın. Herkesi yatıştıran bir yağmur vardır elbet, bu akşam benimkisi sağanak. Bazı geceler dolu oluyor bazı sabahlar şöyle bir yağıp geçen ahmakıslatan… Ama bildiğim bir yağmur duası yok, bildiğim sadece oturup beklemek…

Gece artık iyiden iyiye ilerledi. Dizime dayadığım çenem uyuştu, belim bükük yoruldum biraz. Yarın sabah gün ışıyınca, camekândan yansıyıp kırılanları toplamak için pencere kenarında oturup duracağım yine. Şehrin bir ucundan bir ucuna geçerken elime, koluma, yüzüme değenleri biriktireceğim, kendimce bir rutinim var ya onu süsleyeceğim biraz, omzuna bir şal belki, yakasına bir çiçek...

8 yorum:

celerone dedi ki...

Sevgili komşum Margot,

Bazı blog yazarlarını okurken, buraya gelen beş on hadi de ki yüz, ikiyüz, kişiden çok daha fazlasının onları okuma hakkı olduğunu düşünüyorum. O satırların sadece burada kalması ve az insana ulaşması haksızlık.

Hep söylüyorum, yine tekrar edeceğim. Okumayı sevmeyen bir ulusun, yazmaya sevdalı üyesi olarak doğmaktan daha beter lanet, bir de iyi yazıyor olmaktır. Lanetlenmişsin işte, ben ne yapayım ?

Sevgiler,

Tijen dedi ki...

Kızkardeş,
Teşekkür ederim şiir için.
Sana uzaklardan selam..
T

Margot dedi ki...

Çok sevgili komşum celerone :)

Dediğinde haklısın ama zaten roman devrinde yaşamıyoruz artık, yazı da eskisi gibi bu zamanın sanatı değil. Malesef :(

Bu belki de bir büyü. Küçükken koskoca bir kütüphaneden bir kitap çekip büyülenmişim ben.

Sen ne yap biliyor musun? Arada bir kalk çaya gel bana. Ortak sevgimiz üzerine konuşuruz :)

Kızkardeş,

Nerelere gitmişsin sen öyle? New York'ta havaların güzel olmasına, seni orda güneşin ve güler yüzlü çiçeklerin karşılamasına sevindim. Maya da büyümüştür değil mi? Resimlerini çekersin artık bizim için. Umarım çok güzel bir seyahat olur senin için.
Selamlar sevgiler Makarna Kardeşim.

Melmoth dedi ki...

Bartleby sendromunu aklima getirdiniz.

Adsız dedi ki...

Bak ne yazacağımı unuttum...
Celerone'nin söylediklerini düşünüyorum...

....

Sevgiler...

Margot dedi ki...

Sevgili Melmoth,
Bartleby sendromu nedir bilmiyordum açıkçası. Salinger'ı o kadar sevmeme rağmen bu sendromdan hiç haberimin olmamasına da şaşırdım açıkçası. Peki neymiş bu diyenler için internetten okuduklarımı buraya da kopyalamalıyım:

Bartleby'leri hepimiz tanırız," der, "dünyaya karşı derin bir red duygusu içindedirler. Adlarını ise, Herman Melville'in bir öyküsünde geçen ve gazete okuduğu bile görülmemiş bir büro çalışanından, kâtip Bartleby'den alırlar. Bartleby, bir paravanın ardındaki rengi atmış pencerede uzun uzun dikilerek, Wall Street'in bir tuğla duvarına bakar ve dışarıyı seyreder; asla diğerleri gibi bira, çay, kahve içmez; asla bir yere gitmemiştir, hep büroda yaşar, hattâ Pazar günlerini bile orada geçirir; ne kim olduğunu söyler, ne nereden geldiğini, ne de bu dünyadaki akrabalarını..."
Evet, Melville'in Bartleby'si, fotokopi makinesinin henüz icat edilmediği o günlerde bir belgenin kopyasını çıkarmak dışında herhangi bir iş yapması istendiğinde, tek bir yanıt verir karşısındakine: "Yapmamayı yeğlerim..."

Sendrom tanımı da az çok şöyle:

Bazı yaratıcılar, güç beğenen bir edebiyat bilincini korumalarına karşın belki tam da bu yüzden olumsuz bir itkinin sonucu ya da her şeye ilgilerini yitirmeleri nedeniyle asla yazamamakta, daha doğrusu bir-iki kitaptan sonra bu eyleme son vermektedirler; bir yapıta sorunsuzca başladıktan sonra, bir gün birden yazma konusunda vurgun yemekte, kötürümleşmektedirler.

Bu konuyla ilgili daha detaylı okumaya çalışacağım Melmoth, teşekkürler.

Sevgili Cemali,
Celerone lanetli olduğumu söylüyor sen ne dersin bu konuda :)

Sevgiler!

Margot dedi ki...

Ben yorumlara cevap yazarken neden kekeler gibi kelime tekrarı yapıp duruyorum? Onu çözemedim işte!!

Adsız dedi ki...

Yorum yok.