Cuma, Şubat 09, 2007

Bir Şubat Akşamı Ferhangi Şeyler

Artık yürürken insanın yüzünü pişiren soğuklar geldi şehre. Keskin kılıçlarıyla soğuktan ellerimizi kesen işgalciler. İstiklal boyunca eskiden sarı ve sıcak çağrışımları olan ışıltılı tabelalar artık cılız ve sönük kaldılar. Ne kadar keskin eserse rüzgâr onlar da o kadar titrek ve sallantıdalar.

Kestaneciler her köşe başını tuttu ve cadde boyunca bir sürü nefis kokulu sıcaklık köşesi yarattılar. Ama onlar ki en cesurlarımız, gece yarısına doğru onlar bile köşelerinden azıcık dönüp tenekeler içinde yakılan yardımcı kuvvet ateşlerine sığındılar.

Bir Taksim tarafından esti, bir Tünel tarafından rüzgâr. Yumuşak başlı havalarda aheste yürüyen kalabalıkları tedirgin haller aldı. Adımları sıklaştı, astronot kıyafetleri kuşandılar. Birden güler yüzlü sokak köpekleri bile azaldı sanki. Zira artık sokak işgal altındaydı ve içeri kaçmak, sığınmak lazımdı.

Hep beraber kaderimize razı, kaçacak delik aradık. Kimilerimiz savaş zamanı köşe dönen fırsatçılara yakışan bir zamanlamayla cadde boyunca kahvehanelerini üçleyen Starbucks’a sığındı, kimi köşeden kıvrılıp Emek sinemasına doğru koşturdu. Bizse adımlarımızı eski tiyatroya doğru sıklaştırdık.

Pasajın içindeki Ortaoyunculara gelmeyeli ne kadar oluyor? Ferhan Şensoy kitaplarının birer birer yutulduğu, pasajın içinden geçerken barda oturuyor mu acaba diye göz ucuyla bile olsa bakılmadan geçilmeyen zamanlar şimdi uzak geliyor. Nerden bakarsan bak senelerle ölçülür. En son Küba’da geçen filmi Kanal D’de oynuyordu ve biz Petrek’le seyrederken yine çok gülmüştük. Küçük bir salona açılan kapıdan girince çok uzun zamandır görmediğim ama çok sevgili bir büyükannenin evine ziyarete gitmiş gibi hissettim kendimi;

-Merhaba. Çok zaman olmuş evet, ama hep aklımızdaydı… Gerçekten… Ama bir türlü fırsat olmadı işte, iş güç… Evet, gülmeyin! Bayram değil seyran değil elbette, bahanesiz işte, evet kış rüzgârları attı, yok canıııım, sadece özlemişiz.

Localara aldılar bizi. İki kişilik loca istemiştim telefonda, kırmamışlar. Salon fiyatından ucuzcadır localar ama nerden bakarsan bak daha romantik değil mi? Üst kata çıkınca beyaz yağlı boyalı kapılardan oluşan uzun bir koridorda kendimi tren yolculuğunda kompartımanına doğru ilerleyen bir eski zaman yolcusu gibi hissettim bu sefer. Kendimi sürekli bir şeyler gibi hissediyorum biliyorum. Ama bence buna alışmalısınız zira locaya geçip yerimize oturur oturmaz bu seferde kendimizi Muppet Show’daki aksi ihtiyarlar gibi hissettik!

Yerimize yerleşince ilk zil duyuldu, sonra biraz sonra ikinci ve hemen sonra son zil. Işıklar karardı ve oyun başladı, Ferhan Şensoy geldi sahneye, o artık adımlarının kalıbı çıkmış yerde oyununa başladı.

Biraz yorgun gibi geldi bana, sonra anlattıkça biraz küskün gibi geldi. Oyun ilerleyince hevesim kaçtı dedi bize ama biz zaten anlamıştık. Tadı kaçmış demiştik hüzünle locada kıpırdarken. Doğru tahmin etmişiz. Bir dostun canı sıkılmış gibi canımız sıkıldı. Ama o anlattıkça güldürdü bizi, yine keyiflendik, yine kahkahalar attık hem de canı gönülden. Nelerden bahsetti anlatmaya pek niyetim yok ama bence gitseniz siz de keyifle seyrederdiniz. Oyunun sonunda da biraz hüzünlenirdiniz… Bir yandan gülüp bir yandan hüzünlenmek nasıl bir şey mi?

Şöyle diyeyim gündelik hayatta canımızın sıkıldığı, kafamızın kızdığı, sabahtan akşama köpürüp durduğumuz her şeye güldük. Eski anılarını anlattı- bazılarına yaşımız yetmez bazılarını hatırlarız- ( mesela şu Sezen Aksu ve martılarla oynadığı eşsiz film!), onlara güldük.

Her hafta sinemaya belki iki kez giderken unuttuğum şey, tiyatronun da güzel bir şey olduğu sanırım. Ama hatırlamak hoşuma gidiyor benim ve nedense şimdi onun anlattıklarından sanki daha çok şey anlıyorum, belki anlattıkları içime daha çok ilikleniyor. Yaptığı zekice bir laf hamlesine hayranlık ve coşkuyla gülmekten çok, başka bir türlü gülüyorum sanki… Hüzünlenerek gülmek böyle bir şey sanırım.

Gece caddeye iyice sinmişken, elimizi ısıtacak bir kesekâğıdı kestane ile tünele doğru yürüdük. Keskin rüzgâr kuvvet toplamak için duraklamıştı belli ki. Eski aheste adımlarımıza döndük, tünele doğru. Sayıca azalmışız dedim, salon tam dolu değildi yine… Bizim gibi herkesin işi gücü vardır belki, ihmal edenler çoktur, onlar da görünce anlarlar özlediklerini. Olsun, biz önümüzdeki Cuma yine gidelim, nasılsa locamız belli.

5 yorum:

Adsız dedi ki...

eline, yüreğine sağlık.
inan başka bir şey diyemiyorum.
eğer istanbul'da olsaydım tavsiyeni dinlerdim...
mutlu günler

Adsız dedi ki...

ne guzel yaziyorsunuz. begenimi anlatmaya kalksam kelimeler elime yuzume bulasir, o yuzden fazla uzatmayayim.

bir de Starbucks'a bu tanimlama nasil da uymus.

"savaş zamanı köşe dönen fırsatçılara yakışan bir zamanlamayla cadde boyunca kahvehanelerini üçleyen Starbucks"

sevgiler

Margot dedi ki...

Sevgili Cemali,
Sağolasın, belki geldiğinde yolun düşer kulaklarımı çınlatırsın :)

Sevgili Pelin,
Teşekkürler, yazmak beni mutlu ediyor sizi de ediyorsa daha ne ister insan :) Sağol güzel sözlerin için. Starbucks'ları üçlediler, adım başına bir tane düşecek günler yakındır...
Sevgiler!

TheDreamer dedi ki...

Ferhangi bir merak sardı beni de..ilgiyle yazılarınızı izliyorum..Sevgi ile kalın..

Adsız dedi ki...

Merhaba,
Sitenizi ilginç bir rastlantı sonucu keşfettim. İşyerinde google'da kukuma kuşunun (guguk kuşunun diğer adıymış)resmini arıyordum. Resminiz dikkatimi çekti, tıkladığımda yazılarınızı gördüm. Ben de 17 yıldır Antalya'da yaşayan bir İstanbul'luyum. Ama o kenti sizin gibi içime çekerek yaşamadım. Yaşadığı mekanlar bazı insanlar için bir yaşam soluğu gibidir, bunu farklı biçimde ifade edenler ise azdır. Kendi içimizde cesaret gerektirebilecek bir keşif yolculuğuna çıkmanın yaşamı keşfetmek olduğunu bilen ve türlü güzel biçimlerde ifade edebilenler benzer coşkuyu paylaşmak isteyen kişilere nasıl ulaşabilir? Yazacak çok şey var, yazılarınızın hepsini şu an için okuyamadım ama sevdim. İfade ediş biçiminizi sevdim. Güzel günler dileklerimle.
Yunus